Arifiye Kız Teknik - Meslek Lisesi 9B, C, D Sınıfları Edebiyat Dersi İçin Yardımcı Kaynak

Sunday, February 27, 2011

Anlatmaya Bağlı Edebî Metin Örneklerini İnceleme - IV

D. MESNEVİ
Her beyti kendi arasında kafiyeli olan nazım şekline mesnevi denir. Mesnevi ilk olarak iran edebiyatında 10. yüzyılda doğmuş, oradan Arap ve Türk edebiyatlarına geçmiştir. Türk edebiyatında bilinen ilk mesnevi ise 11. yüzyılda (Kutadgu Bilig) kaleme alınmıştır.
Mesnevide anlam her beyitte tamamlanır. Bu nedenle beyitler arasında konu birliği vardır. Aruzun daha çok kısa kalıplarıyla yazılır. Her beyit kendi içinde kafiyeli olduğundan (aa, bb, cc, dd...) mesnevi yazmak diğer türlere göre daha kolaydır. Kolay olduğu için de uzun aşk hikâyeleri, dinî ve ahlakî öğretici konular mesnevi şeklinde yazılmıştır.
Mesneviler yazılırken belli bir sıra takip edilir.
Giriş bölümünde sırasıyla Allah'ın birliği (tevhit), Allah'a yakarış (münacat), Hz. Muhammet'e övgü ve eserin niçin yazıldığı (sebeb-i telif ya da sebeb-i terceme) olur. Daha sonra eserin asıl konusuna geçilir. Mesnevilerde asıl konu, bölüm bölüm ve ayrı başlıklar altında (ağaz-ı dâstân, matla-i dâstân) verilir. Şairler anlatımı monotonluktan kurtarmak için yer yer gazeller de söylerler. Bazen kahramanların konuşmalarını gazel şeklinde verirler. Eser "dua" ile biter.
11. yüzyıldan başlayarak değişik konuları işleyen mesneviler, Türk edebiyatında modern öykü ve romanın yerine kullanılmıştır.
Beş mesnevinin bir araya getirilmesiyle oluşan esere hamse denir. Türk edebiyatında hamse geleneğini Ali Şir Nevai başlatmıştır. Taşlıcalı Yahya, Nevizade Atai, Fuzûlî, Hamdullah Hamdi gibi Divan şairleri hamse sahibi sanatçılardır. Baki, Nef'i, Nedim mesnevi türünde eser vermemiştir.

Mesneviler konularına göre:
Aşk mesnevileri (Leyla ve Mecnun, Hüsrev ü Şirin, Vamuk u Azra, Cemşid ü Hurşid, Gül ü Bülbül)
Dini tasavvufi mesneviler (Mevlit, Hüsn ü Aşk, Garipname)
Didaktik mesneviler (Hayrabat, Hayriye, Risaletü'n Nushiyye)
Savaş ve kahramanlık mesnevileri (İskendername)
Bir şehrin güzelliğini konu edinen mesneviler (Şehrengiz -i Bursa, Hubname)
Mizahî mesnevîler (Harname)

Halk hikâyeleri ile mesneviler konuları bakımından benzer özellikler göstermektedir. Halk hikâyeleri nazım-nesir iç içe söylenmeleri ve anonim olmaları bakımından mesnevilerden ayrılır. Çünkü mesneviler şiir şeklinde yazılır. Ayrıca mesnevilerin söyleyeni bellidir.
Masalla mesneviler kahramanlarının olağanüstü nitelikler taşıması bakımından, olayın geçtiği yer ve zamanın belirsizliği bakımından benzerlik gösterir. Masallar düzyazı şeklinde, mesneviler ise şiir şeklinde yazılır. Masallar halkın ortak malıdır. Mesnevilerin ise sanatçısı bellidir.

Örnek - 1

LEYLA VE MECNUN
Asıl ismi Kays olan Mecnûn, Bağdat çevresinde yaşayan bir kabile reisinin oğludur. Leylâ'ya âşık olur. Ancak babası, Leylâ'yı Kays'a vermez. Başkasıyla evlendirir. Kays, aşk acısıyla aklını kaybeder. Bu nedenle ona Mecnûn" (aşk delisi) denir. Babası iyileşmesi için Mecnûn'u Kabe'ye götürür. Fakat Mecnûn, orada, iyileşmek için değil, aşkının ve ıstırabının artması için dua eder. Bu durumda çöllere düşer, vahşi hayvanlarla dost olur. Mecnûn 'u seven Leylâ da aşkının acısına dayanamayarak ölür. Mecnûn, Leylâ'nın ölüm haberini aldıktan sonra daha çok üzülür. Yanık şiirler söyleyerek çöllerde dolaşır. Sonunda, o da acı içinde ölür.
(Aşağıda, Mecnûn'un insanlardan uzaklaşıp ceylanlarla dost oluşunu anlatan beyitleri okuyacaksınız.)

Gördi ki bir avcı dâm kurmış
Damına gazaller yüz urmış


Bir âhu esir-i damı olmış
Kan yaşı kara gözine dolmış


Boynı burulu ayağı bağlu
Şahla gözi nemlü canı dağlu


Ahvâline rahm kıldı Mecnûn
Bakdı ana tökdi eşk-i gülgûn


Gönlüne katı gelüb bu bidâd
Yumşak yumşak dedi ki Sayyâd


Rahm eyle bu müşg-bû gazâle
Rahm etmez mi kişi bu hâle


Sayyâd bu nâ-tüvâne kıyma
Kıl canına rahm câne kıyma


Sayyâd sakın cefâ yamandur
Bilmez misin ki kane kandur


Sayyâd bana bağışla kanın
Yandırma cefâ odına canın


Günümüz Türkçesiyle
Tuzak kurmuş bir avcı gördü
Tuzağına ceylanlar uğramıştı.


Bir ceylan tuzağa tutulmuştu
Kara gözlerine kanlı yaşlar dolmuştu.


Ayakları bağlıydı, boynu burulu,
Şehlâlaşan gözleri nemli, canı yaralıydı.


Mecnûn, ceylanın bu haline acıdı
Ona bakarak gül rengi yaşlar döktü.


Bu zulüm, gönlüne katı geldiği için
Yumuşak yumuşak dedi ki: Avcı!


Bu mis kokulu ceylana acı
İnsan bu hâle acımaz mı?


Avcı, bu zayıf (bu zavallı)ın canına kıyma
(kendi) canına acı ve cana kıyma!


Avcı! Sakın!.. Cefâ fena şeydir
Bilmez misin ki kanın bedeli yine kandır.


Avcı onun kanını bana bağışla
Canını cefâ ateşine yandırma!

Fuzûlî'nin bu uzun mesnevisi, Türk edebiyatında en çok okunan eserlerdendir. Leylâ ve Mecnûn mesnevisinin asıl kaynağı Arap edebiyatıdır. Fuzûlî'den önce pek çok şair tarafından yazılmış olan bu mesnevî, Fuzûlî tarafından çok daha güzel ve orijinal bir tarzda yeniden kaleme alınmıştır. Fuzûli'nin anlatımındaki akıcılık, kullandığı dilin halkın konuşma diline yakın olması, eserinin ününü yaygınlaştırmıştır. Eser, Azeri Türkçesinin söyleyiş özelliklerini taşımaktadır.
Eserde konuların arasına gazeller ve murabbalar yerleştirilmiştir. Eserin baş tarafında nazım-nesir karışık küçük bir ön söz bulunmaktadır.
Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn mesnevisinde tasavvuf bir anlayışla "bir insanın beşerî (mecazî) aşktan ilâhî (hakikî) aşka yükselişini" anlatmış ve böylece Fuzûli, Leylâ ve Mecnûn'un aşkına tasavvufî bir derinlik de kazandırmıştır.
Şiirin dili, devrine göre oldukça yalındır. "Yumşak yumşak dedi ki sayyâd", "Rahm etmez mi kişi bu hâle", "Bilmez misin ki, kana kandur", "Açman ayağun giderse başum" dizelerinde sayyâd, rahm ve hâl kelimeleri dışındaki bütün kelimeler, Türkçe asıllı olup günümüzde de kullanılmaktadır. Metindeki diğer beyitlerde de bu yalın Türkçe söyleyiş görülmektedir.
Şiirin üslûbu da oldukça yalın, içten ve akıcıdır. Yer yer "Bahdı ana tökdi eşk-i gülgûn" (Ona bakıp gül renkli gözyaşı döktü.) "Pâk eyledi bergden dırahtın" (Ağacının yapraklarını temizledi.) dizelerinde olduğu gibi sanatlı ifadeler görülse de, bunlar şiirin yalın ve içten üslûbuna zarar vermemektedir.

Örnek - 2

HARNAME

Kaçar eşek acıyurak canı
Dökilüp yaşı yirine kanı
(Eşek gözyaşı yerine kan dökerek, canı acıyarak kaçmaya başladı.)


Ugrayu geldi pir eşek nâgâh
Sordu hâlini kıldı derd ile âh
(Yolda karşısına ansızın bir ihtiyar eşek çıkıp kendisine durumunu sordu, eşek dert ile bir ah etti.)


Yermürü inleyü didi iy pir
Har-ı rubah bigi pür-tezvîr
(Eşek yalvarıp inleyerek, ey pir, koca tilki gibi kurnaz, hilekar eşek, dedi.)


Bâtıl isteyü hakdan ayıldum
Boynuz umdum kulakdan ayıldum
(Kötü şeyler isteyerek doğru yoldan ayrıldım, boynuz isterken kulaklarımdan da oldum.)


Benem ol gam yükindeki har-ı leng
Gussalar balçığında vâlih ü deng
(Keder yükünün altında kalan ve tasa balçığına şaşkın ve sersem bir şekilde saplanan o topal eşek benim.)


Ne yüküm bir nefes giderici var
Ne biraz çekmeğine yarıcı var
(Ne ağır yükümü bir an kaldıracak var ne de taşımama biraz yardım eden var.)


Har gedây-iken arpaya muhtaç
Gözedürem kurıla başuma tâç
(Arpaya muhtaç bir dilenci eşek iken, başıma taç konmasını beklerim.)


ister iken halaldan rûzî
Varım itdüm haramilere rûzî
(Helalinden rızık isterken bütün malımı eşkıyalara kapatırdım.)


Ger tonuzlara olmaya buyruk
Ah gitdi kulag ile kuyruk
(Eğer o domuzlar için bir emir çıkmazsa, ah bizim kulak ve kuyruğumuz da gitti demektir.)


Hükm-i sultana kola payende
Çarh çakerdürür felek bende
(Padişahın hükmüne, ki dilerim ki daim olsun, dünya kul, felek ise köledir.)
(Şeyhî)

Harnâme, 15. yüzyılda yaşamış Divan şairi Şeyhi tarafından kaleme alınmış, aruzun kısa kalıbı "feilâtün mefâilün feilün" ile yazılmış bir mesnevidir. Aynı zamanda bir göz hekimi olan Şeyhi, Çelebi Mehmet'in göz rahatsızlığını tedavi etmiş, bu hizmetine karşılık kendisine Tokuzlu Köyü hediye edilmiştir. Köye doğru yola koyulan Şeyhi, yolda eşkıyalar tarafından soyulmuş ve dövülmüştür. Bunun üzerine şair, mizahi bir eser olan 126 beyitlik Harnâme'yi kaleme alır.
Şair, sembol olarak kullandığı "eşek"ten hareketle toplumdaki aksaklıkları, insanların kötü yanlarını anlatmıştır. Fakat bunu ince alay ve nükteli bir anlatımla yapmıştır.

Örnek - 3

MEVLİT
Allah adın zikr edelim evvelâ
Vacip oldur cümle işde her kula


Allah adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ide Allah ona


Amine Hatun Muhammed ânesi
Ol sadeften oldu ol dür dânesi


Hem Muhammed gelmesi oldu yakın
Çok alâmetler belirdi gelmedin


Şol kitaplar içre söylenen haber
Zahir oldu vü göründü serteser


Ol gece kim doğdu ol Hayr-ül beşer
Anası anda neler gördü neler


Her kim göründü ise gözüne
Hem dahi vâki olanı özüne


Toğduğun bildirdi ol halka temam
Ne dediğin işid imdi ey hümâm


Dedi gördüm ol habibün ânesi
Bir aceb nur kim güneş pervanesi


Berk urup çıkdı evimden nâgehân
Göklere irdi vü nur oldu cihan


İndiler gökten melekler sâf sâf
Kabe gibi kıldılar evim tavaf
(Süleyman Çelebi)

Mevlit, 15. yüzyılda Bursa'da yaşayan Süleyman Çelebi tarafından mesnevi tarzında yazılan, asıl adı "Vesilet'ün Necat" olan bir eserdir. Eserin yazılmasında İran'dan gelen bir bilginin peygamberler arasında bir fark olmadığını söylemesi etkili olmuştur. Bunun üzerine şair, Hz. Muhammed'in hem doğumdan itibaren hayatını hem de diğer peygamberlerden üstün olan yanlarını, en güzel şekilde anlatmıştır. Bu yönüyle eser, peygamber sevgisini anlatan dinî bir mesnevi özelliği taşır.
Eser, münacat (Allah'a yalvarma), viladet (peygamberimizin doğumu), risalet (peygamberliğin verilişi), miraç (peygamberimizin Allah'ın huzuruna çıkışı), rıhlet (peygamberimizin vefatı) ve dua bölümlerinden oluşur. Mevlit, aruzun "fâilatün, fâilatün, fâilün" kalıbıyla yazılmıştır.
Mevlit'ten aldığımız yukarıdaki parçada şair, annesinin ağzından Hz. Peygamberin doğmadan önce meydana gelen olağanüstü durumları anlatmaktadır. Eserde her beytin kendi içinde kafiyelenmesi (aa, bb, cc.) onun mesnevi nazım şekliyle yazıldığını göstermesi bakımından önemlidir.

Çözümlü Soru - 1
Mesnevi ile ilgili olarak aşağıda verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?
A) Uyak düzeni aa ba ca... biçimindedir.
B) Beyit sayısı, konunun işlenişine göre belirlenir.
C) Daha çok, aruz vezninin kısa kalıplarıyla yazılır.
D) Arap ve Türk edebiyatına iranlılardan geçmiştir.
E) Öyküleme gerektiren konular, bu türde işlenmiştir.
(1996-ÖYS)
Çözüm
Sorunun A seçeneğinde bilgi yanlışı vardır. Mesnevide her beyit kendi içinde uyaklıdır. Buna göre mesnevinin uyak düzeni "aa bb cc..." biçimindedir.
Cevap A

Çözümlü Soru - 2
Aşağıdaki eserlerden hangisi 15. yüzyılda "mesnevi" biçiminde yazılmış bir yergidir?
A) Tazarrunâme B) Kaabûsnâme C) iskendernâme D) Harnâme E) Garipnâme
(1994 - ÖYS)

Çözüm
Sinan Paşa'nın Tazarrunâme'si ve Mercimek Ahmet'in Kaabûsnâme'si düz yazıdan oluşmaktadır. İskendernâme Ahmedi'nin mesnevisidir. Garipnâme Aşık Paşa'nın didaktik (öğretici) Mesnevisidir. Harnâme ise Şeyhi'nin toplumun aksak ve kötü yanlarını işlediği mesnevisidir.
Cevap D

Anlatmaya Bağlı Edebî Metin Örneklerini İnceleme - III

C. HALK HİKAYELERİ
Halk hikâyeleri Türk duygu ve düşünce yaşamından doğmuş halkın ortak ürünleridir, Bu ürünler, öykü türünün en eski ve anonim olanlarıdır. Halk öyküleri, destandan modern öyküye geçişin köprüsü kabul edilmektedir. Bu türün ilk örneklen, 15.-16. yüzyılda yazıya geçirilen Dede Korkut Hikâyeleri oluşturur.
Halk hikâyeleri destandan öyküye geçi dönemi eserleri olduğundan, bu hikayelerdeki kahramanlar gerçek yaşamdaki insanlara yakın özellikler gösterir. Bu hikâyelerde olağanüstü kişi ve olaylar destan ve masallara göre daha sınırlıdır. Oluştukları çağın sosyal yapısını, o çağdaki iç mücadeleleri anlatan halk hikâyeleri nazım-nesir iç içe yazılmıştır. Olaylar nesirle, duygular nazımla anlatılır.
Hikâyelerin en temel konusu aşk ve kahramanlıktır. Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin aşk temasını; Danişmendname, Köroğlu kahramanlık temasını işleyen halk hikâyelerine örnek gösterilebilir. Halk hikâyelerinde "aldı sazı eline", "aldı Kerem", "deyüp kesti", "bakalım ne dedi" gibi kalıplaşmış sözler yer alır.
Halk hikâyeleri anonimdir. Halk hikâyeleri genellikle halk şairleri tarafından önemli günlerde, ramazanlarda ve düğünlerde, kahvelerde söylenmiştir.
Halk hikâyeleri üç bölümden oluşur. "Döşeme" denen ilk bölümde şair, nesir ya da nazım-nesir bir tekerleme söyler. Yine asıl konu ile ilgili olmayan bu bölümde şair, dinleyicilerine doğruluk, fazilet, yardımlaşma ve dayanışma, adalet, yurduna ve milletine sevgi gibi düşünceleri vurgulanır. Bu tür öğretici konuların yanında güldürü öğeleri içeren "döşeme"ler de vardır. Bu bölüm dinleyiciyi hikâyeye hazırlamak amacıyla söylenir.
ikinci bölüm "asıl hikâye"nin anlatılmasıdır. Bir dua ile başlar. Burada âşık, hikâyesinin konusu ile kahramanlarını kısaca tanıtır ve hikâyesine geçer. Anlatıcı, hikâyenin nazım parçalarında değişiklik yapmaz, nesir parçalarında ise bazı değişiklikler yapar.
Hikâyenin son bölümü ise "dua"dır. Âşık, hikâyenin sonunda birbirini seven ama birbirine kavuşamayanlar için dua eder ve "Ustamızın adı Hıdır, elimizden gelen budur." diye sözlerini bitirir.

Halk hikâyeleri konularına göre üçe ayrılır:
a. Aşk hikâyeleri: Sevgi temalı halk hikâyeleridir. Arzu ile Kanber, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Züleyha, Ercişli Emrah ile Selvihan, Tahir ile Zühre, Âşık Garip, Âşık Kerem, Elif ile Mahmut gibi.
b. Dini - tarihî kahramanlık hikâyeleri: Tarihe mal olmuş kahramanları veya dinsel açıdan önemli kabul edilen erdemli kişileri konu edinen halk hikâyeleridir. Hayber Kalesi, Kan Kalesi, Battal Gazi, Danişment Gazi, Hz. Ali ile ilgili diğer hikâyeler, Köroğlu Hikâyesi gibi.
c. Destanî halk hikâyeleri: içinde destana ait bazı özellikleri barındıran halk hikâyeleridir. Dede Korkut Hikâyeleri.

Halk hikâyeleri şema yönünden masallara benzer. Masallarda olduğu gibi halk hikâyelerinin de döşeme ve dilek bölümleri vardır.
Halk hikâyeleri gerçek bir tarihi olaya dayanmaması, nazım-nesir karışık oluşu, kişilerin ve olayların anlatılışındaki gerçeğe yakınlık ve daha kahramanlarının aşk maceralarını işlemesi bakımından destanlardan ayrılır.

KEREM İLE ASLI
Eski zamanlarda İran'ın İsfahan şehrinde adil bir hükümdar vardır. Bu hükümdarın haznedarı, bir keşiştir, ikisinin de çocuğu olmamaktadır. Hükümdar, bu durumdan çok üzüntü duymaktadır. Haznedar, hükümdarın üzüntüsünü azaltmak için, ondan bir bahçe yaptırmasını ister. Bahçe yaptırılır.
Hükümdarın hanımıyla haznedarın hanımı bahçede gezerken bir ihtiyarla karşılaşırlar. İhtiyar bunlara bir fidan verir. Kadınlar onun verdiği fidanı bahçeye dikerler. Bir zaman sonra fidandan bir elma yetişir. İki kadın elmayı paylaşarak yerler ve farklı cinsiyette çocukları olursa bunları birbirleriyle evlendirmek için ant içerler. Hükümdarın bir oğlu, haznedarın da bir kızı olur. Çocuklar büyür. Haznedar, Müslüman birine kızını vermek istemez ve ailesiyle birlikte ülkeyi terk eder.
Hükümdarın oğlu (Ahmet Mirza), arkadaşı Sofu ile ava çıkar. Gördükleri bir kuşu takip ederken kendilerini bir köşkün bahçesinde bulurlar. Havuzun başında bir kız gören Ahmet Mirza, bunun rüyasında görüp âşık olduğu kişi olduğunu anlar. Tanışırlar. Kızın keşişin kızı olduğunu öğrenince Mirza, keşişin soyunu ve asaletini de öğrenmek amacıyla sık sık: Aslı nedir?" şeklinde sorular sarar. Kız hiç işitmediği "Aslı" sözcüğünü anlamaz, o da sık sık: "Kerem et." demek zorunda kalır. Bu iki sözcük aralarında anahtar söz haline gelince, birbirlerine "Aslı" ve "Kerem" adıyla seslenmeyi kararlaştırırlar. Kerem oralardan ayrılmak istemez. Aslı, bunun tehlikeli olacağını söyleyerek gitmesini ister. Kerem eve döndüğünde çok üzgündür. Babası, oğlunun Aslı'ya âşık olduğunu öğrenir; kızı istetir. Keşiş, kızı verme sözünde bulunmasına rağmen, kızını alarak yine şehri terk eder. Kızı almak için Keremle birlikte kızın oturduğu şehre giden düğün alayının eli boşa çıkar. Kerem, Aslı'yı bulmak için doğadaki her şeyden sevdiği kızı sorar. Bahçedeki selvi ağacının yanına vararak onunla dertleşmeye başlar:
Dur selvi dur, senden haber sorayım. Selvi ağacı senin meralin hani? Dinle gel dinle ver bana cevabı. Selvi ağacı senin meralin hani?
Kerem, Keşiş'in zindancı başı, hanımının da dişçilik yaptığını öğrenir. Kerem dişini çektirmek bahanesi ile eve gider. Tüm dişlerini çektirir. Ağzının kanını silerken, Aslı, Kerem'in elindeki çevreyi (mendili) tanır. Bunun Kerem olduğunu anlar. Keşiş'in karısı kocasına haber vermeye gider. Kerem, Aslı'yı Müslümanlığa davet eder. Kız kabul eder, Keremin boynuna sarılır. Kerem hile zanneder. Aslı aşka gelip bir dal parçası alarak Keremle söyleşirler.


Aldı Aslı:
Yine düştüm ateşine yanarım,
Yandım Kerem beni rüsvay eyleme.
Beni aşkın ateşine salan var,
Yandım Kerem beni rüsvay eyleme.


Aldı Kerem:
Akıtayım gözlerimin yaşını,
Gurbet ele saldın garip başımı,
Anan çekti otuz iki dişimi,
Benim çektiğim yâr senin elinden.


Kerem, Sofu ile oradan ayrılır. Beyin adamları bunları arar, yakalayıp, hapse atarlar. Bey, Keremi katletmek ister. Fetva alamaz. Beyin kardeşi Hasene, Keremin Hak aşığı olduğunu anlar. Bey de durumu öğrenir. Bu arada Keşiş kaçar, Kerem bu sefer de Karapınar, Antakya ve Halep'e kadar Keşişin peşine düşer. Aslı'yı bulur. Halep paşasının yardımıyla Aslı'yla evlenme fırsatı yakalar. Keşiş, sihirli bir elbise yaptırır. Kerem, Aslı'nın giydiği bu sihirli elbisenin düğmelerini bir türlü çözemez. Derin bir ah çeker ve yanmaya başlar. Paşa, Keşişi katleder. Aslı, Keremin küllerini saçı ile süpürürken, saçı tutuşup yanmaya başlar. Paşa, Keşişin karısını da katlettirir. Sofu, Aslı ile Kerem'e Allah'tan rahmet dileyip, şunları söyler:
Yandı Kerem Aslıhan'ın elinden,
Seveceksen vefalı yâr sev gönül,
Her yâr ateş almaz yârin külünden,
Seveceksen vefalı yâr sev gönül.
deyip kesti.

Cevdet Kudret - (Türk Edebiyatında Seçme Parçalar)

Kerem ile Aslı öyküsünde, öykü kahramanı Kerem, iran'ın İsfahan şahının oğlu diye bilinmekle beraber, bir rivayete göre de Anadolu'nun Ahlat şehrindeki Anka Bey'in oğludur. Kerem ile Aslı öyküsü düz yazı ve nazım karışımı bir yapıda oluşturulmuştur. Olayların anlatımında düz yazıya başvurulmuş; duygular daha çok nazımla anlatılmıştır.
Öykünün şiir bölümleri koşma nazım biçiminin özelliklerini taşımaktadır. Şiir bölümlerinde dil ve anlatım daha yalındır.
Kerem ile Aslı, halk arasında sıkça anlatılan ve çok tanınmış bir halk öyküsüdür. Eserin düzenleyicisi bilinmemektedir.
Öyküde adı geçen Kerem, 17. yüzyıl başlarında yaşadığı sanılan bir halk şairidir.
Kerem'in, sevgilisi Aslı'yı aramak için gurbete çıkış tarihi, Doğu Anadolu'da halk öykücülüğü geleneğini sürdüren öykücüler arasında hicri 1017 (1608) olarak gösterilmektedir.
Kerem ile Aslı öyküsünün ne zaman yazıya geçirildiği bilinmemektedir. Cönklerde karşımıza çıkan bu öykünün halk ressam-larınca resimlendirilmiş, taş baskı nüshaları vardır. En eski nüsha 1849-1850 yıllarına ait bir yazmadır. Daha sonra yeni harflerle pek çok nüshaları basılmıştır.

Çözümlü Soru - 1
Halk hikayeleriyle ilgili olarak aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
A) Sevgi ve kahramanlık konuları işlenir.
B) Kişiler gerçek yaşamdakilere yakındır; olağanüstülükler oldukça sınırlıdır.
C) Oluştukları çağdaki sosyal yapıyı ve iç mücadeleleri yansıtır.
D) Anlatım tümüyle nesre dayalıdır.
E) Anlatıcıları okur yazar, az çok kültürlü kişilerdir.
(1997-ÖYS)

Çözüm
Halk hikayeleriyle ilgili olarak D seçeneğindeki yargı yanlıştır. Çünkü halk hikâyeleri nazım-nesir karışık olarak yazılır. Bu hikâyelerde düşünceler nesirle, duygular ise nazımla anlatılır.
Cevap D

Çözümlü Soru - 2
Aşağıdakilerden hangisi manzum hikâye ile halk hikâyelerinin ortak özelliğidir?
A) Manzum olarak yazılmaları
B) Öğreticiliği amaçlamaları
C) Olağanüstü olayları işlemeleri
D) Olay kaynaklı olmaları
E) Erkek meclislerinde söylenmeleri

Çözüm
Halk hikâyeleri ile manzum hikâyelerin ortak özelliği "olay kaynaklı" olmalarıdır. Halk hikâyeleri nazım-nesir karışık, manzum hikâyeler nazımla yazılır. Manzum hikâyeler öğretici konularda, halk hikâyeleri ise sevgi ve kahramanlık konularında söylenir. Halk hikâyelerinde az da olsa olağanüstü olaylar vardır, manzum hikâyelerde ise olağanüstü nitelikler görülmez. Halk hikâyeleri erkeklerin düzenlediği toplantılarda âşık denen kişilerce söylenir, manzum hikâyelerde ise böyle bir özellik yoktur.
Cevap D

Anlatmaya Bağlı Edebi Metin Örneklerini İnceleme - II

B. DESTAN
Destan sözcüğü Farsça "dasitan" sözcüğünden gelmektedir. Batı edebiyatında ise Latince'den "epos" sözcüğünden gelen "epope" sözcüğü destan anlamında kullanılmaktadır.
Henüz yazının olmadığı dönemlerde milletlerin başından geçen büyük, olağanüstü toplum ve kahramanlık olaylarını manzum olarak anlatan edebiyat türüdür. Bütün dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk Edebiyatının da ilk örneklerini destanlar oluşturmaktadır.
Daha çok yaratılış, toplumu derinden etkileyen savaşlar, bir kişinin ya da milletin kahramanlıkları, doğal âfetler anlatıla anla-tıla destana dönüştürülür.
Bu bakımdan destanların oluşumunda üç dönem vardır.
Birincisi doğuş dönemidir. Bu dönemde milleti derinden etkileyen tarihi olaylar ve bu olaylar içinde yüceltilmiş kahramanlar ortaya çıkar. Zamanla bu olaya yeni olaylar, kahramana da yeni kahramanlar eklenir. Bu olay ve kahramanlara her çağda yenileri eklenir.
ikincisi, yayılış dönemidir. Bu dönemde halk arasında yayılan bu parçaların yeni kuşaklara aktarılması gerçekleşir. Sözlü olarak dilden dile dolaşan parçalar ozanların sazla söylediği şiirler bütününe dönüşür.
Üçüncüsü, yazıya geçiriliş dönemidir. Bu dönemde ise geleneği güçlü bir şair, anlatılanları toplar, yeniden düzenler ve bir bütün haline getirir. Böylece halk arasında parça parça olan unsurlar, bir destan bütünlüğü kazanmış olur.
Destanlar milletlerin sevinçlerini, kederlerini, coşkularını, heyecanlarını işler. Destanlarda milletlerin doğuşundan, millet olma yolundaki çabalarından izler vardır. Destanlar toplum vicdanının ortak sesidir. Bir toplumu bir arada ve canlı tutan unsurlar destanlarda bir hayat görüşü olarak dile getirilir. Bu açıdan destanlar milletlerin doğuşu, soy özelliklen, sosyal yapıları, gelenek ve görenekleri, aile yapıları ile ilgili bilgiler taşır.
Destanlar tarihi özellikler taşır. Ancak bu tarihi gerçekler öz olarak destanlarda yer alır. Çünkü anonim oldukları için, destanlarda gerçeklerle düşsel olayları birbirinden ayırmak çok güçtür. Bu yönüyle destanlar tarihle birlikte birer edebiyat belgesi özelliği taşır.
Türk destanlarında kainatın, insanın yaradılışı, Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin tarihi zafer ve yenilgileri gibi konular yer almaktadır. Bu destanlarda yeni ülkeler fethetme, kuvvet, binicilik, savaşçılık, sözünde durma, zayıflara yardım etme, aile gibi ortak değer yer almaktadır. Şimdi Türk destanlarını görelim:

İslamiyet'ten Önceki Türk Destanları

1. Altay - Yakut Destanı
-> Yaradılış Destanı
Dünyanın yaratılışı hakkında Türklerin inanışlarını ortaya koyan bir destandır.

2. Saka Destanları
-> Alp Er Tunga Destanı
Saka hükümdarı Alp Er Tunga'nın yaşamını, savaşlarını, kahramanlıklarını anlatan bir destandır. Türklerle İranlılar arasındaki savaşlar işlenir. Türk hükümdarının bir hile ile öldürülüşü anlatılır. Şehname'de bu destanla ilgili bilgiler vardır. Hatta Şehna-me'de Alp Er Tunga "Efrasiyap" olarak geçmektedir. Ayrıca Ku-tadgu Bilig adlı eserde de bu destanla ilgili bilgiler vardır.
-> Şu Destanı
Türk hükümdarı Şu ile Büyük İskender'in mücadelelerinin anlatıldığı bir destandır. Büyük iskender'in doğu seferi ve bu sefer sırasında yaşananlar, hükümdarın halkını korumak için geri çekilmesi işlenmiştir. Destanda Türk boylarının isimleriyle ilgili bilgiler vardır.

3. Hun - Oğuz Destanları
-> Oğuz Kağan Destanı
Hun hükümdarı Mete'nin hayatının anlatıldığı bir destandır. Hükümdarın olağanüstülüklerle dolu yaşamı, savaşları, başarıları ve ülkeyi oğulları arasında paylaştırması işlenmiştir bu destanda,
-> Attila Destanı
Milattan Sonra 5. asırda Avrupa'da Batı Hun Devleti'ni kuran Attila'nın fetihleri etrafında oluşmuş bir destandır.

4. Göktürk Destanları
-> Bozkurt Destanı
Türklerin soyunun bozkurttan geldiğini işler. Çinlilere yenilen Türklerden geriye sadece elleri ve ayakları kesilmiş bir çocuk kalır. Bir kurt bu çocuğa bakar, onunla evlenir ve Türk soyu onlardan devam eder.
-> Ergenekon Destanı
Düşmanları tarafından kılıçtan geçirilen Türklerden geriye kalan bir ailenin iki dağ arasındaki bir vadiye sığınması, burada birkaç asır içinde çoğalmaları, bu vadiden dağı eriterek çıkmaları konusu işlenmiştir. Bu destanla ilgili bilgiler Reşidüddin'in Camiü't-Tevarih adlı eserinde ve Ebulgazi Bahadır Han'ın Şecere-i Türk adlı eserinde vardır.

5. Uygur Destanları
-> Türeyiş Destanı
Bozkurt destanı ile benzerlik gösteren bu destanda Uygurların bozkurttan türeyişi anlatılmaktadır.
-> Göç Destanı
Türklerce kutsal kabul edilen bir kaya parçasının Çinlilere verilmesi ile ülkede kıtlığın oluşması ve bunun sonucu olarak Türklerin yurtlarından göçü işlenmiştir.

İslamiyet'in Kabulünden Sonraki Türk Destanları

1. Sattık Buğra Han Destanı
ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlıların hükümdarı Satuk Buğra Han'ın İslam'ı kabul edişi, daha sonra bu dini yaymak için gösterdiği fedakarlıkları, mücadeleleri işler.

2. Manas Destanı
Kırgızların iç ve dış düşmanlarla yaptıkları özgürlük mücadelesinin, derin bir vatan ve millet sevgisi içinde işlendiği bir destandır. Destanda Kırgızların gelenekleri, inançları hakkında bilgiler de vardır.

3. Cengizname
Cengiz Han'ın yaşamını anlatan bir destandır. Bu destanın en eski yazma nüshası 16. yüzyıla aittir.

4. Seyyit Battal Gazi Destanı
Battalname olarak da bilinir. Battal Gazi'nin yaşamını ve mücadelelerini anlatır.

5. Danişment Gazi Destanı
Danişmendname olarak da bilinir. Danişmendliler devletinin kurucusu Danişmend Gazi'nin adı etrafında oluşmuş bir destandır.

6. Köroğlu Destanı
Köroğlu'nun yaşamını, mücadelelerini işler. Destan İslami özellikler taşımaz. Daha çok kahramanlık konusunu işler. Bu destanın birçok kolu vardır. Köroğlu, destanda hem kahraman bir savaşçı hem de saz çalıp şiirler söyleyen bir şair olarak karşımıza çıkar.
Destanlar yapılarına göre doğal ve yapma destanlar olmak üzere ikiye ayrılır.

Doğal Destanlar

Millet vicdanında derin izler bırakmış doğal afet, savaş, kıtlık gibi bir olayın halk arasında dilden dile, nesilden nesile anlatıla anlatıla büyüyüp genişledikten sonra, bir ozan tarafından yazıya geçirilmesiyle oluşan destanlardır.
-> Gılgamış - Sümerler
-> İliada, Odysseia - Yunanlılar
-> Şehname - iranlılar
-> Kalevala - Finliler
-> Ramayana, Mahabarata – Hintliler
-> Şinto - Japonlar
-> Cid - ispanyollar
-> İgor - Ruslar
-> Nibelungen - Almanlar
-> Bozkurt, Göç, Alp Er Tunga... - Türkler
Yabancılara ve Türklere ait yukarıdaki destanlar birer doğal destandır.

Yapay Destanlar

Bir olayın, doğal destandan farklı olarak bir şair tarafından, bir destan haline getirilmesiyle oluşan destanlardır.
Batı'da Aeneis'in Virgilius, Tasso'nun Kurtarılmış Kudüs, Mil-ton'un Kaybolmuş Cennet adlı yapıtları; bizde Fazıl Hüsnü Dağ-larca'nın Üç Şehitler Destanı ve Kayıkçı Kul Mustafa'nın Genç Osman Destanı adlı eserleri yapay destana örnek gösterilebilir.

GÖÇ DESTANI
Türklerin yurdunda, Tanrı Dağının güneyinde Kutlu Dağ derler bir dağ vardı. Bir kaya parçasından oluşan bu dağ Türkler için çok kutsaldı. Türk hakanlarından biri Çinlilerle savaşa son vermek için oğlu Gali Tekin'i bir Çinli prenses ile evlendirmeye karar verir. Çinliler, prensese karşılık o kutsal kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti. Çinliler, kayanın çevresine odun ve kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca da üzerine sirke döküp parça parça ettiler. Her bir parçayı da ülkelerine taşıdılar.
Olan o zaman oldu. Türkeli'nin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra da bu düşüncesiz Hakan öldü. Ama onun ölümüyle ülke felaketten kurtulamadı. Halk, rahat ve huzur yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, mahsuller yeşermez oldu.
Her şey "Göç, göç!" diye çığrışmaya başladı. Derinden, inilti, hüzün dolu, çaresiz bir çığrışmaydı bu. Yürekler dayanmazdı.
Uygurlar bunu bir ilahi emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeye başladılar. Nihayet bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler ve bunun için bu yerin adını da Beş - Balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.
(Türk Destanları - M. Necati Sepetçioğlu)

Göç destanından alınan yukarıdaki bölümde görüldüğü gibi, destanda hâkim zihniyet olağanüstü güçtür. Çünkü destanlarda esas belirleyici olağanüstü durumlardır. Burada da belirleyici unsur Türk yurdunun bereket kaynağı olan "kutsal kaya"dır. Kutsal kaya gidince ülkenin saadeti de gitmiş oluyor.
Destandan Türk-Çin ilişkilerini öğrenmiş oluyoruz. Türklerin Çinlilerle savaşması, bu savaşlarda çoğunlukla Türklerin galip gelmesi, Çinlilerin Türklere karşı üstünlüğü sinsice planlarla sağlaması vs.
Destan sonraki nesillere öğüt özelliği de taşıyor. Türklerin, Çinlilerin sinsi planlarına kanmamaları, Çinlilerden gelin alarak ülkelerini felakete sürüklememeleri gerektiği de Göç destanıyla anlatılmıştır. Ayrıca destan, Türklerin bulundukları yerlerden kalkıp başka ülkelere göç ettiğini de anlatmaktadır.
Destanda "kutsal dağ" bir semboldür. Burada en küçük bir yurt parçasının bile Türkler için ne kadar önemli olduğu düşüncesi işlenmiştir.

Çözümlü Soru
Aşağıdakilerin hangisinde doğal destanlar bir arada verilmiştir?
A) ilyada, Kalevala, Oğuz Kağan
B) İlyada, Kaybolmuş Cennet, Oğuz Kağan
C) Kaybolmuş Cennet, Kalevala, Şehname
D) ilyada, Kurtarılmış Kudüs, Kalevala
E) Kurtarılmış Kudüs, Şehname, Odysseia
(1988 - ÖYS)

Doğal destanlar A seçeneğinde verilmiştir. B ve C'de Kaybolmuş Cennet, D ve E'de Kurtarılmış Kudüs yapma destanlardır.
Cevap A

Anlatmaya Bağlı Edebî Metin Örneklerini İnceleme - I

A. MASAL
Olağanüstü olayların, olağanüstü kahramanlar aracılığı ile anlatıldığı, zaman ve mekan kavramları ile sınırlı olmayan sözlü anlatım türüne masal denir.
Masallar halk arasında anlatılan, sonradan bir yazar tarafından yazıya geçirilen, düz yazı şeklinde oluşturulmuş anonim bir türdür.
Masallarda yer ve zaman belli değildir. Masallarda çevre Kaf-dağı, Yedi Derya Adası. Yedi Yerin Altı ve Üstü gibi büsbütün hayalî ve gerçek dışı ülkelerdir. Zaman ve olaylar çok hızlı bir şekilde ilerler masalda.
Masallarda olaylar ve kahramanlar tamamen hayal ürünüdür. Kahramanlar insanüstü özellikler taşır ve tek boyutludur. Yani iyiler hep iyi, kötüler hep kötüdür. Masal sonunda iyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Çünkü masallarda amaç, eğiticiliktir. Dinleyenlere bir konuda ders vermek, öğütte bulunmak için söylenir masallar.

Ayrıca masallarda sembolize tipler vardır:

Keloğlan - zekâ ve şans, köse - kötülük, Hızır - maneviyat, üvey anne - kötülük, üvey kız kardeş - kıskançlık, at - güç, cadı - kötülük, tilki - kurnazlık, vezir-kötülük...

Masalların kahramanlarını insanlar; padişah, tüccar, Keloğlan, oduncu, köse hayvanlar; at, tilki, güvercin, karga, âlet ve eşya; dağ, taş, mağara, kuyu, seccade, ayna, fasulye, soyut yaratıklar; dev, cin, peri, yalın düşünceler; akıl, zeka, iyilik, kötülük, güzellik olabilir.
Masallar sözlü ürünlerdir, bu nedenle masalların anlatımı önemlidir. Çünkü dinleyeni masal dünyasına çekebilmek, anlatıcının ustalığına bağlıdır. Masalların dili halkın konuştuğu dildir.
Masallarda uzun betimlemeler ve psikolojik tahlillere yer verilmez. Masallar genelikle tek bir olaydan meydana geldiği için öteki edebiyat türlerine göre daha kısadır.
Masallar üç bölüme ayrılır. Birincisi "döşeme" denen başlangıç bölümüdür. Bu masala giriş kısmında, konuyla ilgisi olmayan sözler vardır: "Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl iken, pire berber iken..." Bu kısımla masalı anlatan kişi, dinleyicilerin dikkatini tamamen kendine çekmeye çalışır.
"Asıl masal" denen ikinci bölümde asıl olay ya da olaylar zinciri anlatılır. Kendi içinde giriş, gelişme, sonuç bölümleri vardır. "Dilek" denen üçüncü ve son bölümde başlangıçta olduğu gibi yine bir tekerleme vardır. Başlangıca göre buradaki tekerleme kısadır. Anlatıcı masalı güzel bir dilekle sonuca bağlar. Dilek kısmı kalıplaşmış birkaç sözden oluşur: "Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.", "Onlar ermiş muradına, darısı buradakilerin başına."

Türk masalları tarihin bilinmeyen bir devrinden beri sözlü gelenekte yaşamaktadır. Bu masalların toplanıp yazıya geçirilmesi 19. yüzyıldan sonra olmuştur. Türkiye'de halk ağzından derlenmiş en eski masal kitabı "Billur Köşk"tür. Cumhuriyet devrinde ve masal üzerine çalışmalar yapmışlardır.
Masallar, halk masalları ve sanat masalları olarak ikiye ayrılabilir: Halk masalları toplumun değer yargılarını, anlayışını, kültürünü, dünya görüşünü yansıtan anonim ürünlerdir. Sanat masalları ise toplumda görülen aksaklıkları yermek, bir düşünceyi ortaya koymak gibi belli bir amaca yönelik olarak yazılan masallardır.
Halk masallarına benzetilerek ve aynı zamanda içlerine özel bir dünya görüşü konarak, belli yazarlar tarafından meydana getirilen masallara "yapma masal"denir. ingiliz yazar, Danimarkalı ile bu tür masallarıyla tanınırlar.
Dünya edebiyatında Kelile ve Dimne, Binbir Gece Masalları, Türk edebiyatında ise Keloğlan Masalları çok tanınmıştır.
Masallarla destanlar birbirine yakın ürünlerdir. Bunların benzer ve farklı yönleri vardır. Masallar tamamen hayal ürünüdür. Destanlar ise toplumların tarihlerinde yaşadıkları çok önemli ve iz bırakan olaylardan beslenir. Masallar evrenseldir. Destanlar ise ulusaldır. Masallarda iyi insan, kötü insan gibi evrensel konular işlenirken, destanlarda bir toplumun tarihine ait ulusal değerler aktarılır.
Masal ile hikâye olay kaynaklı edebî metinler olması bakımından benzerlik gösterir. Hikâye, doğaüstü unsurlara yer vermediği oranda masaldan farklıdır. Ayrıca hikâye, anlatımı bakımından da masaldan ayrılır.

Örnek Metin:
KIYMETLİ TUZ
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Pire berber iken, deve tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Tıngır elek, tıngır felek demişler, bu masalı şöyle anlatmışlar.
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zamanda bir padişah ile bunun üç kızı varmış. Bir gün bu padişah kızlarını başına toplamış, beni ne kadar seversiniz? demiş. En büyük kız "Dünyalar kadar...", ortanca kızı "Kucak kadar...", küçük kızı da "Tuz kadar..." severim demiş.
Padişah küçük kızın cevabına çok sinirlenmiş, insan tuz kadar sevilir mi demiş, ardından küçük kızını cellada teslim etmiş. Cellat, kızı kesmek için dağa götürmüş. Kız cellada yalvarmış, "Sen de babasın, bana kıyma!" demiş.
Cellat, kızın yalvarmalarına dayanamamış, onun yerine bir hayvan kesmiş, kızın gömleğini kesilen hayvanın kanına bu-layıp padişaha getirmiş.
Küçük kız yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, bir köye ulaşmış. Orada köyün zenginlerinden birine kul köle olmuş, büyümüş, çok güzel bir kız olmuş. Güzelliği ilden ile, dilden dile yayılmış, kısmet bu ya, bir başka padişahın oğluyla evlenmiş. Aradan bir hayli zaman geçmiş, başından geçenleri kocasına anlatmış, "Babamları yemeğe çağıralım." demiş. Kocası da "Olur." demiş. Gereken hazırlıklar yapılmış, padişah babası ziyafete çağrılmış.
Kızın padişah babası söylenen günde avanesiyle birlikte ziyafete gelmiş. Padişah ve beraberindekiler sofraya oturduğunda yemekler sırayla gelmeye başlamış. Ama kız, aşçısına bütün yemeklerin tuzsuz olmasını tembih etmiş. Padişah hangi yemeğe saldırdıysa eli geri gitmiş, yemeklerin hiçbirini yiye-memiş.
O sırada küçük kızı padişahın sofrasından ayağa fırlamış. "Padişahım, duyduğuma göre sen küçük kızını, seni tuz kadar seviyorum dediği için öldürtmüşsün." demiş. Padişahın söz söylemesine fırsat vermeden "İşte o küçük kız benim." demiş ve "Bütün yemekleri tuzsuz yaptırdım ki kıymetimi an-layasın." sözlerini eklemiş. Padişah yaptığından utanarak küçük kızının boynuna sarılmış, tuzun ne kadar kıymetli olduğunu anlamış. Ondan sonra yeni bir dönem başlamış.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

İlk paragraf masalın "döşeme" bölümüdür. Burada konuyla ilgisi olmayan klişe sözler vardır.
2., 3., 4., 5. ve 6. paragraflar masalın "asıl masal" denen ikinci bölümünü oluşturur. Burada masalda ele alınan olay vardır. Bu olay giriş, gelişme ve sonuç bölümleriyle aktarılır.
7. paragraf ise masalın "dilek" adı verilen son bölümünü oluşturur. Bu bölüm de genellikle kalıplaşmış sözlerden oluşur.

Çözümlü Soru -1

Aşadıkilerden hangisi masalın özelliklerinden biri değildir?
A) Olayların belli bir zamana bağlanmaması
B) miş'li geçmiş zamanla anlatılması
C) Belli bir yazarının bulunmaması
D) Milli duygularla dini inançları işlemesi
E) Eğitici nitelik taşıması
(1989 - ÖYS)

Çözüm
D seçeneğindeki bilgi masalın özelliklerinden değildir. Çünkü masallar ulusal değil evrensel özellikler taşır. Bir ulusu ya da o ulusun dini inanışlarını işlemez.
Cevap C

Çözümlü Soru -2
Bence edebiyat, bütün türleriyle masalla başlar, masalla biter. Masal, türler içinde en çok şiire yakındır. Ritmiyle, tekrarlarıyla, hayaliyle... Eşine rastlamadığımız ama umutlarımızı, korkularımızı, sevinçlerimizi taşıyan yeni eşyalar, yeni insanlar, yeni hayvanlar yaratır masal. Bu nedenle en çok şiire yakındır.
Bu parçada masalla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisine değinilmemistir?
A) Yinelemelere yer verildiğine
B) Düş öğesinden yararlanıldığına
C) Çok aranan ve okunan bir tür olduğuna
D) Değişik türlerin kaynağı olduğuna
E) Duygusal yönünün bulunduğuna
(1992 - ÖSS)

Çözüm
Parçada masallarda yinelemelere yer verildiğine, düş öğesinden yararlanıldığına, değişik türlerin kaynağı olduğuna ve duygusal yönünün bulunduğuna değinilmiştir. Ancak masalın çok aranan ve okunan bir tür olduğu ile ilgili bir bilgi parçada yoktur.
Cevap C

Tuesday, February 22, 2011

Anlatmaya Bağlı Edebi Metinleri İnceleme Yöntemi - IV

F. ANLAMA VE YORUMLAMA
Anlatmaya bağlı edebî metinlerde anlam somut, görünen ve tek boyutlu değildir. Kimi edebî metinler tek bir anlam ifade edebilir; ancak bunların çoğu yoğun anlamlıdır, Yani bu metinler tek bir anlam ifade etmez. Yazar veya şairler, yazdıkları ürünlere çeşitli anlamlar yüklerler. Bu durum sanatçıların, içinde bulundukları psikolojik duruma, bilgi seviyelerine, kültür yapılarına, yaşam tarzlarına, kullandıkları sözcüklere vb. göre farklı boyutlar kazanır. Ayrıca metnin anlamının oluşmasında, sözcükler ön plana çıkar. Yazarın kullandığı sözcükler, metnin anlamını biçimlendirir. Bazı sözcükler gerçek anlamıyla, bazı sözcükler mecaz anlamıyla, bazı sözcükler terim anlamıyla kullanılabilir. Kimi sözcükler ise çok anlamlıdır. Sözcüklerin anlamlarını ise kullanıldığı cümleye göre yorumlamak gerekir. Tüm bunlar da gösteriyor ki edebî metinlerin görünen anlamı olduğu gibi, görünenin arkasında başka anlamları da vardır.
Edebî metinleri anlama ve yorumlama ise okuyucuya düşen bir görevdir. Bir metni okuyup anlama, yorumlayıp değerlendirme süreci her okurda farklı gelişir. Özellikle eleştirel bir bakış kazanmış okurlar, bir edebî metinden değişik anlamlar çıkarır. Çünkü sanatçıların bilgi ve birikimi, düşünüş ve yaşam tarzı nasıl farklıy-sa okurların da farklıdır. Örneğin bir hikâyeden ya da romandan alınan bir metinden her okur aynı anlamı çıkarmayabilir. Hele hele bir şiirden okurlar çok farklı anlamlar çıkarabilir. Hatta kimi okurlar, okuduğu şiirden şairinin bile düşünmediği anlamlar, yorumlar çıkarabilir. Bu anlama ve yorumlama süreci, okuyucunun düşünce ve yaşam tarzıyla ilgili olduğu gibi, o an içinde bulunduğu psikolojik durumla veya metinde anlatılanlara bakış açısıyla da ilgili olabilir.
Sonuç olarak anlatmaya bağlı edebî metinlerin düz bir yapısı yoktur. Nasıl bir ağacın gövdesinde damarlar varsa ve her bir damardan sonra yeni bir damar belirirse edebî metinlerde de anlam içinde anlam bulunabilir. Bu anlam zenginliğini sağlayan en önemli unsur ise sözcüklerdir. Bunun yanında yazarın sözcükleri seçiş ve kullanış biçimi de önemlidir. Burada asıl önemli olan da edebî metinlerdeki bu anlam zenginliğini anlamak ve yorumlaya-bilmektir. Çok okuyan, olaylara ve durumlara eleştirel bir gözle bakma özelliği kazanmış bir okur, edebî metinleri anlamakta, yorumlamakta hiç zorluk yaşamaz.

Örnek Metin 1:
Bir zamanlar bir bahçıvanın yanında çalışıyordum. Bahçıvan, bir defne ağacını budamamı istedi. Ağacın küre biçiminde olması gerekliydi. Ben hemen fazla uzamış filizleri kesmeğe başladım. Ama bir defa bir yanını, bir defa öbür yanını fazla kesiyordum. Sonunda ortaya bir küre çıktı, ama çok küçüktü. Bahçıvan düş kırıklığıyla, 'Çok güzel! Bu bir küre, ama defne ağacı nerede? dedi. Bu durum şiirde de böyledir.

Metni düz bir mantıkla okuyup yorumlamak doğru olmaz, Çünkü metnin görünen anlamının arkasında başka anlamı vardır. Yazar, yaşadığı bir ağaç budama olayını anlatmıştır. Ancak yazarın amacı, yalnızca bu olayı okura iletmek değildir. Okur yazarın bu amacını anlayarak, bu mesajın ne olduğunu yorumlayarak bulmalıdır. Evet, yazarın okura iletmek istediği anlam, yaşadığı olayı duyurmak değil, bu olaydan yola çıkarak şiirle ilgili mesaj vermektir. Örnek metinde "defne ağacı" ve "küre biçimi” sözleri önemlidir. Bu kelimeleri şiir için düşündüğümüzde “defne ağacı"nı yazara verilen içerik, konu olarak düşünebiliriz. “Küre biçimi" sözü de o içeriğin hangi tarzda ele alınacağı, yani nasıl bir üslupla anlatılacağıdır. Yazar, 'Çok güzel! Bu bir küre, ama defne ağacı nerede?' sözüyle de içerikle üslup dengesini ortaya koymuştur. Yani biçimle, üslupla uğraşırken özden, konudan uzaklaşmamak gerektiği ortaya konuyor.

Örnek Metin 2:
HARİTADA BİR NOKTA
Kayığı temizleyenler sekiz kişi idi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisi; zayıf, sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne kadar içten bir sevgiyle çalışıyordu...
Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman dışarıdan da insanlar gelirdi. Dışarıdan ırıba katılanlar pay almazlardı. Irıp tayfası ile reis gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.
O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak edebilmek için elinden geleni yapıyordu. Nihayet iş bitti. Reis iki büyük dülger balığı ayırdı. Tayfalardan birine:
- Bunu bize götür sonra, dedi. Ötekileri pay yap.
Üç tane alanlar oldu. Dışarıdan gelen, bir tane versinler diye bekledi. Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doğabilmiş hafif bir kırmızılık vardı. Bu kırmızılık, pay dağıtan adamın elinde tek balık kalıncaya kadar adamın yanağında durdu. Sonra birdenbire uçtu. Yüzündeki gülümseme önce tehlikeli bir hâlde dondu. Sandım ki, bütün ömrünce böyle donuk bir tebessümle kalıverecek adam. Etrafına bakındı. Kendine bakan birini gördü. Gülümseme birdenbire yüzünde bir meyve gibi çürüyüverdi. Gözleri hayretle büyüdü. Son balığı, kayıktaki adam rıhtıma fırlatmıştı. Adamın yüz ifadeleri nerede ise yine eski temiz, memnun hâlini, taze meyve hâlini alıverecekti. iki adım attı. Elini balığa doğru uzatmak üzere eğildi. Ama ötekilerden, baş parmağına irisinden bir tane dülger balığı takımış birisi, kocaman çizmeli ayağını balığın sırtına bastı.
- Ne o, dedi. Hemşerim dur bakalım. Dağdan gelip bağdakini kovmayalım.
Adam elini çekti. Bir şey söylemedi. Söyleyemezdi. Söyleyecek hâlde değildi. Rıhtım kahvesine doğru yürüdü. Dışarıdan, kahvenin önündeki seyircilerden biri seslendi:
- Bırak yahu! O adam da çalıştı. Veriver bir tane ne olur... Kalkmış nerelerden gelmiş işte.
- Ne yapalım, gelmesinler. Davet mi ettik biz onları? O balığın bir iki buçukluğu var. Balık çıkmadığı zaman yanaşmıyorlar ağı temizlemeye hiç. Yağma yok hemşerim!
(Sait Faik Abasıyanık)

Hikâyenin olaya, kurguya dayalı bir tür olduğunu biliyoruz. Sait Faik'in hikâyesinden alınan metinde de adadaki balıkçıların yaşadığı olay üzerinde durulmaktadır. Örnek metinde "yardım etmek için balıkçıların arasına dışarıdan insanların katıldığından, ancak bunlara pay verilmediğinden, balıkçıların gönüllerinden kopanı verdiklerinden" söz edilmektedir. Ne var ki balıkçıların arasına katılan adama kahvedekilerin müdahalesine rağmen balık verilmediği belirtilmiştir.
Örnek metni dikkatlice okuyup yorumladığımızda bazı sözcüklerin gerçek anlamıyla, kimi sözcüklerin de mecaz anlamıyla kullanıldığını görüyoruz. Örneğin "Kayığı temizleyenler sekiz kişi idi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisi; zayıf, sarı, hastalıklı adamı hiç görmemiştim." bölümündeki sözcükler gerçek anlamıyla kullanılmıştır. "Yüzünde tatlı bir gülümseme..." sözünde "tatlı" sözcüğü gerçek anlamıyla değil mecaz anlamıyla (hoş, güzel) kullanılmıştır. Yine "Gülümseme birdenbire yüzünde bir meyve gibi çürüyüverdi." cümlesinde "çürüyüverdi" sözcüğünün gerçek anlamı "kimyasal değişikliğe uğrayarak bozulup dağılmak"tır. Ancak sözcük gerçek anlamda değil, "kaybolmak, ortadan kalkmak" anlamına gelecek biçimde, yani mecaz anlamda kullanılmıştır.
Yazar, anlatıma çekicilik, akıcılık kazandırmak için deyimler de kullanmıştır, "gönüllerinden ne koparsa" deyimi "kendiliğinden, kendi isteğiyle vermek" anlamını taşır. Yazar, metinde yine sıkça kullanılan "Dağdan gelip bağdakini kovmayalım." deyimine yer vermiştir. "Sonradan geldiği bir yerde, kendinden önce gelen kişinin yerini almaya çalışmak" anlamını taşıyan bu deyim balıkçıların arasına sonradan katılan kişi için kullanılmıştır.
Sonuç olarak bir metnin anlam örgüsünü sözcükler oluşturduğuna göre öncelikle sözcüklerin hangi anlamda kullanıldığını bilmek, bunu iyi yorumlamak gerekir.

G. METİN VE YAZAR
Anlatmaya bağlı edebî metinler, kurguya dayalı metinlerdir. Bu metinlerle yazar arasında bir ilişki vardır. Edebî metinler bu ilişki doğrultusunda şekillenir. Ancak bu ilişki, yazarın duygu ve düşüncelerine, o anki ruh haline ya da verilen eserin türüne, yapısına, konusuna göre değişir. Örneğin yazar, kaleme aldığı romanı kendi başından geçen olaylara göre kurgulayacağı gibi, onu gözlemlediği, tanık olduğu olaylar ışığında da kurgulayabilir.
Yazar, edebî metne kimi zaman kendi kişiliğini yansıtır. Yani metinde, yazarının duygu ve düşünceleri, yaşamından izler bulunabilir. Sonuçta yazarın içinde bulunduğu ortamdan etkilenmesi normal olduğu için onun bilinen özellikleri ile yazdığı metin arasında bir paralellik olabilir. Yazar, edebî metinde kimi zaman da kendini aradan çeker. O metinde yazarın hayatından, kişiliğinden izler görmek mümkün değildir. Yani anlattıkları ile hayatı arasında bir paralellik görülmez.
Burada altını çizmemiz gereken bir konu şudur: Yazarlar bilgi ve birikimleri, sanat görüşleri, yaşam tarzları farklı olsa da kendi dönemlerinin olaylarını, durumlarını eserlerinde aktarırlar. Baskı altında kalsalar, özgürlüklerini yitirseler de döneminin olaylarını anlatmaktan çekinmezler. Dolayısıyla çoğu metinde, yazıldığı dönemin sosyal ve kültürel etkilerini görmek mümkündür.

Örnek Metin 3:
SES
Bizi Beyşehir'den Konya'ya götüren kamyon Barsakderesi dedikleri bir boğazda sakatlandı. Şoför ve muavini motor kapaklarını açtılar. Oturdukları minderi kaldırıp onun altından çıkardıkları bir sürü alet ve edavatı ortaya döktüler. Ondan sonra saatlerce süren bir tamir başladı. Bazan her ikisi makinenin altına sürünüp arka üstü yatıyorlar ve elleriyle motorun alt kısmını kurcalıyorlar, bazan da biri şoför mahallinde gaza basıyor ve motörü işletiyor ve diğeri bu esnada porselen başlıklı birtakım memeleri yerlerinden oynatıyordu.
ikindi güneşi altında kamyonun muşamba kaplı karoserisi tahammül edilemeyecek bir hal almıştı. Yolcular birer birer atlayıp dağıldılar.
Şoför ve muavini, üstleri yağ ve toprak içinde, yüzlerinden siyah terler damlayarak, bir kenara oturup uzunca bir dinlenme yapıyorlardı. Yolcuların ekserisi bu gibi hadiselere alışık oldukları için sa
dece başlarını sallıyorlar ve sepetlerini, çıkınlarını açarak bir şeyler yiyorlardı.
Bir müddet daha geçip ortalık adamakıllı kararınca şoför, yol amelesinden bir fener alarak yeniden işine koyuldu. Biz yolcular, birdenbire çöken sükutun içinde, olduğumuz yerlere uzanmış, kımıldamadan duruyorduk.
Arkamızda güneşin kaybolup gittiği tepenin ağaçları birden bire mavimtırak ve soluk ışığa gömüldü. Arkadaşımın yüzüne baktım. O gözlerini karşıya dikmişti. Yamacın üzerine seyrekçe serpilmiş olan siyah çamlar, süratle aydınlanan gökyüzüne titrek siluetler çiziyorlardı. Arkadaşım bir müddet bunları seyrettikten sonra: "Nerdeyse ay görünecek!" dedi.
Tam bu sırada kekik kokuları ve ince çıtırtılarla dolu havayı hafiften gelen bir saz titretti. Müzikle uğraşan ve bir müzik mektebinde vazifesi olan arkadaşım doğruldu. Kaşlarını çatarak dinlemeğe başladı.
Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz ustaca çalınan meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmeyen bir halk şarkısı söylemeye başladı:
Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli, dağıt beni, kır beni;
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni...
Bu sefer ben de doğruldum. Saz tekrar kıvrak bir ara
nağmesine başladığı halde, kulağımda hâlâ deminki sesin çınlamaları vardı.
Arkadaşım:
"Bu ne?" demek ister gibi yüzüme baktı.
"Fevkalade!" diye mırıldandım.
Ses tekrar, ve bütün vadiyi çınlatırcasına başladı:
Aldım sazı çıktım gurbet görmeye,
Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye,
Ne lüzum var şuna, buna sormaya,
Senden ayrı ne hal oldum gör beni.
Ömrümde bu kadar gür, tatlı bir erkek sesi dinlememiştim.
...
(Sabahattin Ali)

Sabahattin Ali, "Ses" adlı bu öyküsünde yolculuk sırasında yaşadıklarını anlatmıştır. Yazar, başından geçenleri anlatırken gözlemlerini başarılı betimlemelerle aktarmıştır. Dolayısıyla Ses adlı öyküden alınan bu metinle yazarı arasında doğrudan bir ilişki vardır. Yazar, yaşadığı olayları, çevresindeki insanları anlatırken duygularına, onların üzerinde bıraktığı izlenimlere de yer vermiştir. Örneğin yazarın, amele çadırları tarafında çalınan saz ve söylenen şarkıyla ilgili "'Fevkalade!' diye mırıldandım." sözü beğeni ifade etmektedir. "Ömrümde bu kadar gür, tatlı bir erkek sesi dinlememiştim. Bir insan gırtlağından bu kadar manalı ve sarıcı seslerin nasıl çıkabildiğine hayret ediyordum." sözIeriyle de yazar, beğenisini, saz çalan çocukla ilgili olumlu izlenimlerini aktarmıştır. "Kamyonun durduğu yerin biraz ilerisinde, yolun kenarında iki çadır ve bunların etrafında birkaç kazma kürek ile bir el arabası vardı. Daha uzakta ise taş kırmakla ve taşımakla meşgul bir miktar yol amelesi görülüyordu." sözlerinde ise yazar, gözlemlediklerini olduğu gibi yansıtmış, yorumunu katmamıştır.

Örnek Metin 4:
FORSA
Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğrulmuş gibiydi. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Yine başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı, ama görünürde bir şey yoktu.
Bu, her gece uykusunda onu kurtarmak için birçok geminin pupa yelken geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Tutsak olalı kırk yılı geçmişti. Otuz yaşında, dinç, levent, güçlü bir kahramanken Malta korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi yıl onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi yıl iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi yılın yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri onun granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi yıl içinde birkaç kez halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Ama onun çelikten daha sert kaslı bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız abdest alamadığı için üzülüyordu. Hep güneşin doğduğu yanı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vakit namazı gizli işaretle yerine getirirdi.
Elli yaşına gelince, korsanlar onu, "Artık iyi kürek çekemez!" diye bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi. On yıl kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Tanrıya şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Abdest alabiliyor, tam kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, dua edebiliyordu. Bütün umudu, doğduğu yere, Edremit'e kavuşmaktı. Otuz yıl içinde bir an bile umudunu kesmedi. "Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum, elli yıl tutsaklıktan sonra da ülkeme kavuşacağıma öyle inanıyorum!" derdi. En ünlü, en tanınmış Türk gemicilerdendi. Daha yrirmi yaşındayken, Tarık Boğazı'nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı görmeden gitmiş, rastgeldiği ıssız adalardan vergiler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle yenmişti.
O zamanlar Türkeli'nde nâmı dillere destandı. Padişah bile onu, saraya çağırtmıştı. Serüvenlerini dinlemişti. Çünkü o, Hızır Aleyhisselam'ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki, üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları tümüyle başka bir dünyaydı. Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını, işte bu, yılı bir büyük günle bir büyük geceden oluşan başka dünyadan almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, tutsak dolu vatana dönerken deniz ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale'yi geçerken doğmuştu. Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba sağ mıydı? Kırk yıldır, yalnız taht yerinin, istanbul'un minareleri, ufku, hayalinden hiç silinmemişti. "Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş'ın önüne demir atarım." diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde özgür kıldı. Bu özgür kılmak değil, sokağa, perişanlığa atmaktı. Yaşlı tutsak bu bakımsız bağın içindeki yıkık kulübeyi buldu, içine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, yaşlılığına acıyanların verdiği ekmek paralarını toplayıp dönüyordu. On yıl daha geçti. Artık hiç gücü kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık onu istemiyordu. Nereye gidecekti?
(Ömer Seyfettin)

Bu metin Ömer Seyfettin'in hikâyesinden alınmıştır. Bu hikâyede yazarın kendi yaşamından izler bulunmamaktadır. Yazar, tarihi bir olayı kendi anlatım tarzıyla kurgulayarak yazıya aktarmıştır. Ömer Seyfettin, Forsa adlı hikâyesinde esir düşen bir Türk denizcisinin başından geçenleri canlı betimlemelerle aktarmıştır, insanlar, kendi başlarından geçenleri çok güzel bir biçimde aktarırlar. Ancak gerçek yazarlar, yalnız kendi başlarından geçenleri değil herhangi bir konuyu başarılı bir şekilde yazıya dökerler. Ömer Seyfettin bu hikayesiyle bunun çok güzel bir örneğini vermiştir.